İNSANLARI DİNLEMEK, DUYMAK, ANLAMAK ve YAŞAM KALİTESİ

İNSANLARI DİNLEMEK NEDEN BU KADAR ZOR?
Neden İyi Dinleyiciler Değilizdir ?
Nasıl daha iyi dinleyiciler olabiliriz ?
SAPTAMA
“Hayat”, aşırı indirgeyici bir çerçeveyle; Doğduğumuz andan itibaren başlayan ve ölene kadar süren “Yaşamımızı hayal ettiğimiz şekle sokma çabası” olarak özetlenebilir.
Yaşamımız boyunca sürekli DAHA İYİ şartlar peşinde koşar ve elimizdekileri kaybetmemeyi hedefleriz.
Sosyal varlıklar olduğumuz için başarı ve mutluluğumuz büyük oranda başkalarıyla yürüttüğümüz ilişkilerin kalitesiyle şekillenir. (iş ilişkileri, arkadaşlıklar, evlilik, çocuklarımızla olan ilişkimiz vb)
İlişkilerimizin kalitesini birbirimize duyduğumuz güven, bu güveni de birbirimizi anlamak pekiştirir.

PROBLEM
Doğamız gereği hayatta kalmak için başkalarına ihtiyacımız vardır.
İyi dinleyiciler olmadan birbirimizi bütünüyle anlayamaz, iş yaşamında da özel yaşamda da potansiyelimiz olan yaşam kalitesini tecrübe edemeyiz.
Düşünecek olursak yediğimiz içtiğimiz şeylerden tutun da , işe giderken bindiğimiz araçtan, işimizi yapmak için kullandığımız bilgisayara kadar etrafımızda gördüğümüz her şeyi başkalarının katkısıyla elde ederiz.

Bu anlamda başarı ve mutluluk için başkalarıyla kurduğumuz ilişkilerin sağlam ve güvene dayalı olması önemli bir faktördür diyebiliriz.
Güvene dayalı ilişkilerin inşa edilebilmesi için de en önemli yetkinlik İLETİŞİM dir diyebiliriz.
İLETİŞİMİN YARISI
İletişimin yarısını kendini ifade etmek ve diğer yarısını da başkalarını anlamak olarak kabaca ikiye ayıracak olursak, başkalarını anlamanın en önemli unsuru iyi bir DİNLEYİCİ olmaktır yani insanları dinlemektir diyebiliriz.
Makalenin ana fikrini işaret etmeden önce “NEDEN İYİ DİNLEYİCİLER DEĞİLİZDİR?” Sorusuna odaklanalım.
NEDEN İYİ DİNLEYİCİLER OLAMADIĞIMIZLA ilgili iki teori işaret etmek istiyorum.

Birincisi Alfred Adlerin “ÜSTÜNLÜK ÇABASI” diyerek işaret ettiği bir benlik oluşumu modeli. Modele göre zayıf ve hayatta kalmak için anne babasının bakımına muhtaç bir bebek yaşamı anlamaya başladığında önce anne ve babası gibi üstün varlıklara benzemek ister daha sonra da ömrü boyunca bitmeyecek bir ÜSTÜNLÜK KURMA çabası içerisine girer. İyi bir dinleyici olmak için öncelikle bu, derinde yatan güdünün iletişimimizi nasıl etkilediğini düşünmemiz önemli gibi gözüküyor.

İkincisi Transaksiyonel Analiz. Hepimiz bizi yetiştiren anne babalarımızın akıl yürütme modellerini adapte ederiz. Bu modellerin işe yaradığını gördüğümüzde de benimser, kimliğimizin bir parçası yaparız ERIC BERNE’nin Transaksiyonel Analiz modeli, iletişim esnasında yaşanan zorlukları çok daha görünür ve dolayısıyla başa çıkılır kılıyor.
MAKALE VE DİĞER KAYNAKLAR
Transaksiyonel Analiz Kuramı (TA)
Transaksiyonel Analiz kuramı (TA)
Ebeveyn Ego Durumu:
Ebeveyn ego durumu ailemizden veya bize bakım verenlerden öğrendiğimiz bir dizi düşünce, duygu ve davranıştır. Kendi içinde ikiye ayrılır:
- Eleştiren Ebeveyn: Ailemizden öğrendiğimiz kalıpyargılar, değerler, düşünceler ve inançlardan oluşur.
- Koruyucu/Kollayıcı Ebeveyn: Bakım veren, şefkatli, sevgi dolu, izin verici, destekleyici, güven ve cesaret verici ego durumudur.
Yetişkin Ego Durumu:
Burada ve şimdiye tepki olarak verilen düşünce ve davranış örüntüleridir. Olayları objektif bir şekilde görür ve problemleri gerçeklere dayanarak, rasyonel bir şekilde çözümler.
Çocuk Ego Durumu:
Hayatın ilk dönemlerinde yani çocuklukta gelişen nöral ağların davranışsal dışavurumu olarak kavramsallaştırılan ego durumudur. Çocuklukta deneyimlenip ortaya konan duygular, düşünceler, tepki biçimleri, hisler tekrarlanır. Emosyonel (duygusal) ve özgeci tepki ağırlıklı davranışlarda etkili olması sebebiyle durumlara akılcı ve objektif yaklaşmayı zorlaştırabilir. Çocuk ego durumu ikiye ayrılır: Doğal çocuk ve Uyumlu çocuk.
(Kaynak: http://ta.org.tr/transaksiyonel-analiz-nedir/) -Fatma Torun Reid TA, Temel kavramları arasında “hayat pozisyonunu” kendimize, başkalarına ve yaşama karşı aldığımız tavır olarak belirler. Eğer bu pozisyon kendimize ve dünyaya olumlu bakışı içerirse, bir başka deyişle: ”Ben de iyiyim, yapabilirim, başarabilirim, diğerleri de, genel anlamda, iyidir, yapabilir ve başarabilirler” pozisyonu, hem kendimizle barışık olur hem de başkaları ile işbirliğine girebiliriz. Bu da ruh sağlığımız kadar verimliliğimizi ve üretkenliği arttırır. Dünyaya veya başkalarına olumlu baksa da kendini azımsayan kişi, edilgen ve mutsuz olur.
Kendine güvenen ama başkalarının potansiyelini azımsayan kişi ise ya kimseye güvenmediği için herşeyi kendi yüklenir, yorgun düşer, ya da güvensizliğinden dostca ilişkiler geliştiremez. Kendisini beğenmeyen ve sevmeyen, aynı zamanda diğer insanlara ve yaşama olumsuz bakan kişi ise kendini çıkmazda görür, bu pozisyondan çıkamazsa ruh sağlığını da yaşamını da yitirebilir. Transaksiyonel Analizin diğer bir alt kuramı ise canlılar arası “temas iletisi” veya “okşanma” ihtiyacıdır. Temel ihtiyaçlarımız arasında, fark edilmek, kabul görmek, sevilmek ve beğeni vardır. Çocuk eğitiminde anne babalar bunu yakından bilirler. Yeterince ilgi almayan veya ilgiyi paylaşmakta zorlanan çocuğa, yaramazlık yaparak ilgi çekmek istediğinde anne veya babasının, “bak şimdi seni okşamaya geliyorum” şeklindeki uyarısı çocuk için çarpık da olsa bir ilgi, bir “okşamadır.” Çünkü olumsuz bir ilgi bile ilgisizlikten daha çok doyurucudur. En son araştırmalar iş yerinde motivasyonu etkileyen en önemli faktörün maaşlara yapılan zam değil, patronların çalışana gösterdiği ilgi ve “hatır sorma” olduğunu gösteriyor. Okullarda, öğrencinin okuma ve öğrenme zevkini kamçılayan ve uzun vadede hayat başarısını etkileyen faktörün ise sadece not başarısının ödüllendirilmesi değil onun gayretinin görülmesi olduğu biliniyor. Sadece not başarısına bağlı “okşanmış” çocuk endişeli ve güvensiz oluyor. Gün içinde güzel bir söz, bir teşekkür, bir “günaydın” bile bir “okşama” olarak ruhumuzun tenine dokunurcasına bizi olumlu etkiliyor. O gün daha az gergin oluyoruz. Oysa kimsenin bizi farketmediği, güler yüzlerden yoksun bir çevrede bizim de ışığımız azalıyor. Yine, çiftler arası mutluluğu, aile içi ilişkileri ve huzuru etkileyen en temel konu pozitif olmak ve iletişimdir” diyoruz. İletişim yollarını tıkayan, bizi en yakınlarımızdan uzaklaştıran iletişimsizlik nasıl önlenir, yeni ve işleyen iletişim kanalları nasıl kurulur? Kendimizi nasıl daha iyi duyururuz? Karşımızdakini nasıl daha iyi dinleriz? Birbirimizi nasıl daha iyi anlarız? Keşkeler yerine bugünü nasıl daha gerçekçi değerlendirir ve yaşarız? Bu ve benzer soruların yanıtlarını kişisel ve kurumsal gelişim süreçlerinde bulmak mümkün. Bu açıdan bakıldığında, psikoloji kuramları arasında Transaksiyonel Analiz, anlaşılabilir ve uygulanabilir bir kuram olarak karşımıza çıkıyor. Zamanı yapılandırma”, “drama üçgeni”, “bilinçdışı psikolojik oyunlar”, “yapısal ve işlevsel analiz”, “senaryo analizi” ve “yeniden karar alma” gibi kavram ve yaklaşımlar Transaksiyonel Analizin zengin içeriğinden belli başlı görüşleri içeriyor. Muriel James’in “Born to Win/Kazanmak için Doğarız” kitabı bu konuda Türkçe’ye çevirisi yapılmış kitaplar arasında.
Andragoji ve Pedagoji yaklaşımı. (Çocuk ve Yetişkin Eğitimi & Yönetimi)
Buradaki anahtar kavram "yaşantımızın ilk 20 yılı boyunca otorite, yönetici yönetilen kavranları ile ilgili modelin kafamızda şekillenmesi" idi.
Bu kavram çerçevesinde yönetilenin yani çocuğun/gencin çoğunlukla
-
Otorite sahibi olmadığını,
-
Edilgen olduğunu,
-
Bağımlı olduğunu
-
Bütün performans ölçümlerinin dışarıdan yapıldığını
-
Pasif yapısını işaret ettik
Öte yandan Otoritenin
-
Kararları verdiğini
-
Fikrimizi sormadığını
-
Tecrübelerden faydanlanmadığını
-
Şekillendirici olduğunu
-
Nihai sonuçlara ulaştırıcı olduğunu
-
Kader belirleyici olduğunu gözledik
Aşağıdaki tablo Pedagoji ve andragoji arasındaki temel farklılıkları ortaya koyuyor.
Bu çerçeveden yola çıkarak, öncelikle kendi yönetim tarzımıza baktık.
Bu algıyı günlük yaşantımıza yansıtarak nasıl daha etkili yöneticiler olabileceğimiz ile ilgili kısa bir grup çalışması yapıp görüşlerimizi paylaştık .

Üstünlük Çabası
Adler hepimizin yaşama bir aşağılık duygusuyla başladığımızı Söyler.
Güçsüz ve çaresiz bir çocuğun yaşamını sürdürebilmek için daha büyük ve güçlü yetişkinlere bağımlı olması, bunun ilk örneğidir.
Adler‘e göre bu algı, yaşam boyu aşağılık duygularımızla başa çıkmak için göstereceğimiz çabanın başlangıcıdır. Adler bunu üstünlük çabası olarak adlandırır. Freud güdülenmeyi cinsellik ve saldırganlık temalarıyla açıklarken, Adler üstünlük çabasının yaşamdaki güdüleyici güç olduğunu öne sürer. Ona göre, bütün diğer güdüler bu tek oluşum altında ele alınabilir. “Üstünlük çabasını, bütün psikolojik olgularda açıkça görmeye başladım” diye yazmıştır. “Bütün sorunlarımızın altında bu yatar ve bu çaba, sorunlarla başa çıkma yöntemlerimizde de kendini belli eder. Bütün işlevlerimiz, üstün olma arzusu yolundadır” (Ansbacher & Ansbacher, 1956, s. 103). Adler’e göre neredeyse yaptığımız her şey yaşamdaki engeller üzerinde bir üstünlük kurmak ve böylece aşağılık duygularımızdan kurtulmak üzere tasarlanmıştır. Neden yüksek not almak, sporda başarılı olmak, iktidar sahibi olmak için bu kadar çok çalışırız? Çünkü bunları başarmak bizi aşağılık duygularımızdan bir adım ileriye götürür. Hatta kendimizi ne kadar alçalmış görürsek, üstünlük çabamız da o kadar artar. Örneğin Franklin Roosevelt çocuk felci geçirmiş ve sakat kalmıştı. Buna karşın belki de bu sakatlığından dolayı, 20. yüzyıl’ın en etkili kişilerinden birisi olmayı başardı. Tabii bazı durumlarda aşırı aşağılık duygusu, ters bir etki de yaratabilir. Bazı insanlar, bütün herkesten daha az kıymetli olduklarına inanır ve aşağılık kompleksi geliştirebilir. Sonuçta, kişiyi üstünlük kurmaya yöneltecek bir dürtü degil. çaresizlik duygusu ortaya çıkar. Ancak Adler başarıyı akıl sağlığıyla denk görmemiştir. Bunun yerine, uyum sağlamış insanların üstünlük mücadelelerini toplumsal çıkarlar doğrultusunda yaptıklarını belirtmiştir. Başarılı meslek sahipleri, diğer insanların da iyiliğini gözeterek hedeflerine ulaşırlarsa, bu başarıları sayesinde bir üstünlük ve kişisel doyum duygusu yaşayabilirler. Başarı tüketicilere iyi bir ürünü uygun bir fiyattan satarak herkesin hayatını biraz daha mutlu kılmaktır. Uyum sağlayamamış insanlar ise, üstünlük mücadelelerini bencillik ve uğruna her şeyi göze aldıkları kişisel zaferler ile kazanmaya çalışırlar. Kişisel kazançları ve iktidar hırsı için göreve gelmek isteyen politikacılar, uyum gösterememiş kişilerdir. Toplumda gördükleri yetersizlikleri düzeltmek için göreve gelmek isteyen politikacılar ise iyi uyum göstermiş bir üstünlük çabası sergilerler.Kişilik Gelişiminde Anne Baba Etkisi
Freud gibi Adler de yaşantımızın ilk birkaç yılının yetişkin kişiliğinin oluşumunda son derece önemli olduğuna inanmıştır. Ancak Adler bu süreçle anne babaların etkisini de vurgulamıştır.Çocuğun ileriki yıllarında kişilik sorunu yaşamasına neden olacak iki tür anne baba davranışı belirlemiştir.
Birincisi, çocuklarına çok özen gösteren ve aşırı koruma sağlayan, dolayısıyla da çocuğunu şımartma tehlikesi yaratan anne baba davranışıdır. Şımartmak, çocuğun bağımsızlığını elinden alır, aşağılık duygularını arttırabilir ve bazı kişilik sorunlarının temelini oluşturur. Örneğin, anne babalar çocuğun hızlı bisiklet sürmesini engelleyip, onları saldırgan arkadaşlarından koruyup, korku filmi izlemesini yasaklayabilir. Sonuç olarak, çocuk yaşamın getirdiği sorunların büyük bir kısmıyla başa çıkamayarak büyür. Ailesi tarafından şımartılmış insanların kendi başlarına yaşamakta, kendi kararlarını almakta ve her gün karşılaştığımız sıkıntı ve hayal kırıklıklarıyla başa çıkmakta zorlandığını görmüşsünüzdür. Çocukların kendi sorunlarını çözmelerine ve bazı kararları kendilerinin almalarına izin vermek, uzun vadede onların iyiliğine olacaktır. Anne babalar çocukların kendi tercihlerini yapmalarına izin vererek onları şımartmaktan kaçınmış olur. Ancak bunu yaparken çok aşırıya kaçmamak gerekir. Ebeveynlerin yaptığı ikinci hata da çocukları ihmal etmektir. Büyüme sürecinde anne babasından çok az ilgi gören çocuklar, soğuk ve şüpheci olur. Yetişkin olduklarında sıcak insani ilişkiler kurmakta zorlanırlar. Samimiyet onları rahatsız eder, birinin kendilerine yakın olmasından ve dokunmasından hoşlanmazlar.
"Söylenen sözün ETKİSİ" diyorlar Ralph G. Nichols ile Leonard A. Stevens, "insanların nasıl konuştuklarından çok nasıl dinlediklerine bağlıdır." Nichols ile Stevens, İnsanları Dinlemek adlı makalelerinde, yöneticiler açısından büyük pratik öneme sahip bir konuyu açıyor ve daha sonra sorunu analiz edip, dinleme becerilerini artırmaya yönelik aşamaları ele alıyorlar.



Profen Türkiye işbirliğiyle hazırlanmış Liderliğin Esasları Profesyonel Gelişim Programı, varlığını iş dünyasında sürdüren her profesyonelin yaşam kalitesine katkıda bulunacak şekilde kurgulandı.

4 Gün süren program katılımcıların öz farkındalığını destekleyen kavramlara odaklanarak başlayıp, organizasyonun en tepesine çıktığımızda ihtiyacımız olacak yetkinliklerle odaklanarak bitiyor.

Selim Geçit